by Steve Francis / Çeviri: Yılmazcem Özardıç
Bu yazı ilk olarak 8 Mart 2018 tarihinde The Players’ Tribune’de yayınlanmıştır.
Fotoğraf: Getty Images / Bill Baptist
NBA efsanelerinin B..TAN olmadığını anladığım anı hatırlıyorum.
Adamım Sam Cassell ilk NBA maçımdan önce beni dışarı çıkardı. Houston’da Bucks‘la oynuyorduk ve onun k..ına tekmeyi vuracağımı biliyordum. Ancak Sam Baltimore’ludur, Ben de D.C.’liyim, o yüzden o benim aklıma girip sabah 6’ya kadar beni ayakta tutarak iyilik yaptığını falan kabul ettirmeye çalışıyor, abi tavsiyesi veriyordu. Parti bile yapmıyorduk be! Her şey onun döndürdüğü dolabın bir parçasıydı. Bir gece kulübünde ice tea içiyorduk ve bana NBA’de hayatta kalmam için neler yapmam gerektiğini anlatıyordu.
Bir süre sonra, “Bence gitsem iyi olacak” dedim.
Bana bir vurup, “Yok, yapman gereken buraya oturup sana vereceğim önerileri dinlemek” dedi.
O s…ik beni hipnoz etmişti. Sabah 5 gibi her şey değişti. O andan itibaren bana sonraki gece k..ıma tekmeyi vuracağını söylüyordu. Bir, bir dakika…
“Sana söylüyorum Steve. O yorgun k..ına tekmeyi basacağım. Git dinlen.”
Kulüpten çıktığımızda gün ağarmıştı. Beş saat içinde falan salonda olmam gerekiyordu. Sarhoş bile değildim. Hiçbir şey içmemiştim! Sadece Sam o gece konuşup durmuştu ve ben de kendimi üç gündür hiç uyumamış gibi hissediyordum.
O gece çıkıp 35 sayı attı. O kadar yorgundum ki bayılıp kalacağımı düşündüm. Şimdi hatırlıyorum da, Barkley ve Olajuwon’lu bir takımdaki manyak bir çaylaktım. Molada bana bir b.. değilmişim gibi bakıyorlardı. Rudy T (koç) bana “Bu s…ik için mi 15 adamı Vancouver’a yolladık lan?” dermiş gibi bakıyordu.
13’de 4 falan attım ve kaybettik. Maçtan sonra Sam’in yanına gittim ve bana “Asla unutma, saha dışında arkadaşız, ama saha içinde…” dedi.
Ona bakıp, “S..eyim seni i… herif!” dedim.
Ama sonuçta dersimi almıştım. Şimdi basketbolu biliyordum, değil mi?
Birkaç hafta sonra, Sonics’le oynuyorduk. Ben de büyürken hep Gary Payton’ı kendime örnek almıştım. Seattle uçağına bindik ve Rudy T bilerek Hakeem’i yanıma oturttu. Ne yaptığını biliyordu. Öğrenmemi istiyordu.
Kalkmak üzereydik, büyük kulaklıklarımı takıp Jay-Z dinlemeye başladım.
Hakeem yanımda oturup Kuran okuyordu. Tek kelime etmiyordu.
Bana şöyle bir baktı. Dream’in nasıl olduğunu bilirsiniz. Size bir bakar, çok bilge, süper sakin. Onun ağzından çıkan her söz sanki Tanrı’nın ağzından çıkıyor gibidir.
“Nasılsın, Dream?”
Dream, “Steve” dedi.
“Evet, Dream?” dedim.
“Steve, otobüs şoförü gibi giyinmişsin.”
“Hadi ama, Dream.”
“Ne marka ayakkabı giyiyorsun?”
“Timberland. Hadi ama.”
“Steve, sana yardım edeyim. Benimle birlikte terzime gel, sana 10 takım elbise yaptıralım. Tamamen el işi, senin için. Kaşmir.”
“Hadi be Dream.”
“Kaşmir, Steve.”
“Dream! Ya…”
“Benimle birlikte gel Steve. Benim terzime gel.”
Buz gibi soğuk. Aynen böyle. Dream kendi zamanının ötesinde bir adamdı. Şimdi NBA oyuncuları onun gibi giyiniyor. Ancak onu dinlemiyordum. Benim hikayemi dinledikten sonra yaptıklarımın 20 yaşının altındaki herkes için imkansızmış gibi görüneceğini anlayacaksınız. Çünkü şimdiki NBA oyuncuları aynı yoldan geliyorlar. İlk okul. AAU. Bedava ayakkabılar. Bedava yemekler. Kolejde tek yıl. Bu iyi bir şey. Onlar için iyi.
Peki ben?
Hakeem’in bana birlikte kaşmir takım elbise alacağını söylediği uçaktan, Gary Payton’la karşılaşacağım günden dört yıl önce Maryland’daki Takoma Park’taki Maple Ave’in köşesinde, bir Çin mekanının dışında uyuşturucu satıyordum.
Annem vefat etmişti. Babam cezaevindeydi. Bir apartman dairesinde 18 kişi yaşıyorduk. Liseyi bırakmıştım. Bursum yoktu. GED sınavını falan da geçememiştim. Hiçbir şeyim yoktu.
95 yılındayız! Allen Iverson’ın Georgetown’da harika performanslarını sadece bir sokak karşımda izliyorum, ben ise köşede soyulmamaya ve kendi uyuşturucu krallığımı kurmaya çalışıyorum. Akşamları da bir itfaiyenin sahasında sokak basketbolu oynuyorum.
Çok az kişi gerçek hikayemi biliyor. Bazen kendime, “Nasıl o uçakta Dream’le yan yana oturmayı başardın?” diye soruyorum.
Anlatacağım. Ancak önce, Gary Payton’ı unutamıyorum. Bir dinleyin… Bakın hayatım boyunca inanamayacağınız kadar çok sayıda pis konuşan, sayıp söven adamların etrafında bulundum. GP’den daha iyilerini de gördüm. Çok daha yaratıcı, çok daha şeytani adamları. Ancak bu adam… Bu adam en çok, en fazla pis konuşan adamdı. Parkeye adım attığımız ilk saniyeden sonra hiç ama hiç susmazdı. Dediğim gibi, onu örnek aldım. Bu yüzden onun ağzına s..maktan başka şansım yoktu.
Ben de ağzına s..tım.
İstatistiklere bir bakın. Ağzına S..TIM.
20 şutta 27 sayı attım. O gece Seattle bizi yendi sanırım, ama Gary o kadar şoktaydi ki inanamıyordu. Nasıldı biliyor musunuz? Scooby-Doo ile ekibi her bölümün sonunda kötü adamı yakalar ve polisler kötü adamı götürürken kelepçeler içinde bağıra bağıra saydırır ya. Tam da öyleydi.
GP soyunma odasına, “Bekle seni çaylak or…! Houston’a geleceğim güne kadar bekle! Senin ifadeni alacağım Steve Francis! Senin ifadeni alacağım, seni gidi or…. ç… çaylak!” diye bağırarak gidiyordu.
Houston’a dönerken ‘başardım be’ diye düşünüyordum.
Oralardan buralara geldim.
Uyuşturucu satıcılığını övmeye çalışmıyorum. Bunda övünülecek bir şey yok. Ancak nereden, ne zaman geldiğimi anlamanız gerek. D.C.’de, 80’lerin uyuşturucu çevresinde büyüdüm. Uyuşturucu dönemi demeyin. Çevrede her yerde vardı. Uyuşturucu tüm toplumumuza büyük zarar verdi. Veba gibiydi be. İzledim. Yaşadım. Sattım.
Hayattaki ilk hatıram babamı ceza evinde ziyaret ederken polis memurunun beni ve annemi içeri almasıydı. Her yerimizi aradılar. Üç yaşında falandım. Önemi yoktu.
“Pantolonunu indir.”
O zamanlarda mahkumlara öyle uyuşturucu getiriliyordu. O kadar umutsuz hale gelmişti olay. Babam banka soygunu suçundan 20 yıldır hapisteydi. O zamanlar banka soyabiliyordunuz. Eski, 80’lerin kar maskesiyle banka soyabildiğiniz dönem. D.C.’de bilinen bir adamdı. Abilerim de öyleydi. Bu benim gerçeğimdi. Çok küçüktüm, annem ve babam ayrıldığında annem abilerime “Hayır, Steve olmaz. Asla olmaz. O farklı olacak” diyordu.
Ancak o günlerde D.C. uyuşturucular, kızlar, silahlar ve kavgalarla dolu bir yerdi. İnsanlar imkansızın içinden çıkıp bir şeyler başarmaya çalışıyorlardı. Annem hemşireydi. Üvey babam çöp toplayıcısıydı. 18 kişi üç odalı bir evde yaşıyorduk ve aç kalıyorduk. O yüzden küçükken sokak köşelerinde benden büyük kişilerle takılıp bir şekilde para kazanmaya çalışıyordum. Oralardan para koparıp Now and Later şekerler falan almayı deniyordum.
Bu şekilde 10 yaşımdayken telefoncu çocuk oldum.