Uyuşturucu Satıcılığından 4 Yılda NBA Yıldızlığına: Steve Francis

22/Mar/18 18:57 Mayıs 16, 2020

Semih Tuna

22/Mar/18 18:57

Eurohoops.net

Steve Francis, 18 yaşında uyuşturucu satıcısıyken 22 yaşında NBA süperyıldızına dönüşmüştü. Eurohoops Çeviri, kendi cümleleriyle Francis’in hikayesini anlatıyor!

by Steve Francis / Çeviri: Yılmazcem Özardıç

Bu yazı ilk olarak 8 Mart 2018 tarihinde The Players’ Tribune’de yayınlanmıştır.

Fotoğraf: Getty Images / Bill Baptist

NBA efsanelerinin B..TAN olmadığını anladığım anı hatırlıyorum.

Adamım Sam Cassell ilk NBA maçımdan önce beni dışarı çıkardı. Houston’da Bucks‘la oynuyorduk ve onun k..ına tekmeyi vuracağımı biliyordum. Ancak Sam Baltimore’ludur, Ben de D.C.’liyim, o yüzden o benim aklıma girip sabah 6’ya kadar beni ayakta tutarak iyilik yaptığını falan kabul ettirmeye çalışıyor, abi tavsiyesi veriyordu. Parti bile yapmıyorduk be! Her şey onun döndürdüğü dolabın bir parçasıydı. Bir gece kulübünde ice tea içiyorduk ve bana NBA’de hayatta kalmam için neler yapmam gerektiğini anlatıyordu.

Bir süre sonra, “Bence gitsem iyi olacak” dedim.

Bana bir vurup, “Yok, yapman gereken buraya oturup sana vereceğim önerileri dinlemek” dedi.

O s…ik beni hipnoz etmişti. Sabah 5 gibi her şey değişti. O andan itibaren bana sonraki gece k..ıma tekmeyi vuracağını söylüyordu. Bir, bir dakika…

“Sana söylüyorum Steve. O yorgun k..ına tekmeyi basacağım. Git dinlen.”

Kulüpten çıktığımızda gün ağarmıştı. Beş saat içinde falan salonda olmam gerekiyordu. Sarhoş bile değildim. Hiçbir şey içmemiştim! Sadece Sam o gece konuşup durmuştu ve ben de kendimi üç gündür hiç uyumamış gibi hissediyordum.

O gece çıkıp 35 sayı attı. O kadar yorgundum ki bayılıp kalacağımı düşündüm. Şimdi hatırlıyorum da, Barkley ve Olajuwon’lu bir takımdaki manyak bir çaylaktım. Molada bana bir b.. değilmişim gibi bakıyorlardı. Rudy T (koç) bana “Bu s…ik için mi 15 adamı Vancouver’a yolladık lan?” dermiş gibi bakıyordu.

13’de 4 falan attım ve kaybettik. Maçtan sonra Sam’in yanına gittim ve bana “Asla unutma, saha dışında arkadaşız, ama saha içinde…” dedi.

Ona bakıp, “S..eyim seni i… herif!” dedim.

Ama sonuçta dersimi almıştım. Şimdi basketbolu biliyordum, değil mi?

Birkaç hafta sonra, Sonics’le oynuyorduk. Ben de büyürken hep Gary Payton’ı kendime örnek almıştım. Seattle uçağına bindik ve Rudy T bilerek Hakeem’i yanıma oturttu. Ne yaptığını biliyordu. Öğrenmemi istiyordu.

Kalkmak üzereydik, büyük kulaklıklarımı takıp Jay-Z dinlemeye başladım.

Hakeem yanımda oturup Kuran okuyordu. Tek kelime etmiyordu.

Bana şöyle bir baktı. Dream’in nasıl olduğunu bilirsiniz. Size bir bakar, çok bilge, süper sakin. Onun ağzından çıkan her söz sanki Tanrı’nın ağzından çıkıyor gibidir.

“Nasılsın, Dream?”

Dream, “Steve” dedi.

“Evet, Dream?” dedim.

“Steve, otobüs şoförü gibi giyinmişsin.”

“Hadi ama, Dream.”

“Ne marka ayakkabı giyiyorsun?”

“Timberland. Hadi ama.”

“Steve, sana yardım edeyim. Benimle birlikte terzime gel, sana 10 takım elbise yaptıralım. Tamamen el işi, senin için. Kaşmir.”

“Hadi be Dream.”

“Kaşmir, Steve.”

“Dream! Ya…”

“Benimle birlikte gel Steve. Benim terzime gel.”

Buz gibi soğuk. Aynen böyle. Dream kendi zamanının ötesinde bir adamdı. Şimdi NBA oyuncuları onun gibi giyiniyor. Ancak onu dinlemiyordum. Benim hikayemi dinledikten sonra yaptıklarımın 20 yaşının altındaki herkes için imkansızmış gibi görüneceğini anlayacaksınız. Çünkü şimdiki NBA oyuncuları aynı yoldan geliyorlar. İlk okul. AAU. Bedava ayakkabılar. Bedava yemekler. Kolejde tek yıl. Bu iyi bir şey. Onlar için iyi.

Peki ben?

Hakeem’in bana birlikte kaşmir takım elbise alacağını söylediği uçaktan, Gary Payton’la karşılaşacağım günden dört yıl önce Maryland’daki Takoma Park’taki Maple Ave’in köşesinde, bir Çin mekanının dışında uyuşturucu satıyordum.

Annem vefat etmişti. Babam cezaevindeydi. Bir apartman dairesinde 18 kişi yaşıyorduk. Liseyi bırakmıştım. Bursum yoktu. GED sınavını falan da geçememiştim. Hiçbir şeyim yoktu.

95 yılındayız! Allen Iverson’ın Georgetown’da harika performanslarını sadece bir sokak karşımda izliyorum, ben ise köşede soyulmamaya ve kendi uyuşturucu krallığımı kurmaya çalışıyorum. Akşamları da bir itfaiyenin sahasında sokak basketbolu oynuyorum.

Çok az kişi gerçek hikayemi biliyor. Bazen kendime, “Nasıl o uçakta Dream’le yan yana oturmayı başardın?” diye soruyorum.

Anlatacağım. Ancak önce, Gary Payton’ı unutamıyorum. Bir dinleyin… Bakın hayatım boyunca inanamayacağınız kadar çok sayıda pis konuşan, sayıp söven adamların etrafında bulundum. GP’den daha iyilerini de gördüm. Çok daha yaratıcı, çok daha şeytani adamları. Ancak bu adam… Bu adam en çok, en fazla pis konuşan adamdı. Parkeye adım attığımız ilk saniyeden sonra hiç ama hiç susmazdı. Dediğim gibi, onu örnek aldım. Bu yüzden onun ağzına s..maktan başka şansım yoktu.

Ben de ağzına s..tım.

İstatistiklere bir bakın. Ağzına S..TIM.

20 şutta 27 sayı attım. O gece Seattle bizi yendi sanırım, ama Gary o kadar şoktaydi ki inanamıyordu. Nasıldı biliyor musunuz? Scooby-Doo ile ekibi her bölümün sonunda kötü adamı yakalar ve polisler kötü adamı götürürken kelepçeler içinde bağıra bağıra saydırır ya. Tam da öyleydi.

GP soyunma odasına, “Bekle seni çaylak or…! Houston’a geleceğim güne kadar bekle! Senin ifadeni alacağım Steve Francis! Senin ifadeni alacağım, seni gidi or…. ç… çaylak!” diye bağırarak gidiyordu.

Houston’a dönerken ‘başardım be’ diye düşünüyordum.

Oralardan buralara geldim.

Uyuşturucu satıcılığını övmeye çalışmıyorum. Bunda övünülecek bir şey yok. Ancak nereden, ne zaman geldiğimi anlamanız gerek. D.C.’de, 80’lerin uyuşturucu çevresinde büyüdüm. Uyuşturucu dönemi demeyin. Çevrede her yerde vardı. Uyuşturucu tüm toplumumuza büyük zarar verdi. Veba gibiydi be. İzledim. Yaşadım. Sattım.

Hayattaki ilk hatıram babamı ceza evinde ziyaret ederken polis memurunun beni ve annemi içeri almasıydı. Her yerimizi aradılar. Üç yaşında falandım. Önemi yoktu.

“Pantolonunu indir.”

O zamanlarda mahkumlara öyle uyuşturucu getiriliyordu. O kadar umutsuz hale gelmişti olay. Babam banka soygunu suçundan 20 yıldır hapisteydi. O zamanlar banka soyabiliyordunuz. Eski, 80’lerin kar maskesiyle banka soyabildiğiniz dönem. D.C.’de bilinen bir adamdı. Abilerim de öyleydi. Bu benim gerçeğimdi. Çok küçüktüm, annem ve babam ayrıldığında annem abilerime “Hayır, Steve olmaz. Asla olmaz. O farklı olacak” diyordu.

Ancak o günlerde D.C. uyuşturucular, kızlar, silahlar ve kavgalarla dolu bir yerdi. İnsanlar imkansızın içinden çıkıp bir şeyler başarmaya çalışıyorlardı. Annem hemşireydi. Üvey babam çöp toplayıcısıydı. 18 kişi üç odalı bir evde yaşıyorduk ve aç kalıyorduk. O yüzden küçükken sokak köşelerinde benden büyük kişilerle takılıp bir şekilde para kazanmaya çalışıyordum. Oralardan para koparıp Now and Later şekerler falan almayı deniyordum.

Bu şekilde 10 yaşımdayken telefoncu çocuk oldum.

Nasıl bir şey olduğunu bilir misiniz?

Kolaydı. Çin mekanının dışındaki köşede bekler, suçsuzmuş gibi görünür ve paralı telefon ne zaman çalsa hemen cevap verirdim. Her zaman uyuşturucu, kızlar veya bu tarz şeyler isteyen kişiler olurdu. Ne zaman satıcılarla buluşacaklarını söylerdim. Bu kadardı. Tüm gün tüm gece. Bir tarafta 50 uyuşturucu satıcısı, diğer tarafta da aynı şekilde 50 uyuşturucu satıcısı saklanır beklerdi. Ortada da küçük Steve, telefona bakardı.

Yapacak bir şey olmadığı için telefon kulübesinin üstüne şut atıyodum, zaman geçsin diye. Kulübenin tepesini yarmıştık, tam da topun geçebileceği kadar bir boşluk yaratmıştık. Ama kareydi yani çok yukarı top fırlatıp deliksiz geçmesini sağlamanız gerekiyordu. Geçse bile kulübenin iki tarafına çarpa çarpa aşağı düşerdi.

Tüm gece böyleydi, crossover, crossover, geri doğru çekil, topu fırlat, dddddddrrrrrrrrrrrrrrrrrrr-rat-tat-tat-tat.

O telefon kulübesine milyon kere şut attım. Otobüslere, hocalarıma sıvışıyor, abilerim ve annemden kaytarıyordum. Her şeyi onlardan saklıyordum ancak okula gittiğimde de iyiydim. Mahalledeki herkes için elinde topuyla gezen küçük Steve’dim. Küçüktüm. Ninemden her gün beni ölçmesini istiyordum ama bir türlü uzamıyordum. 12, 13 yaşımdaydım ama hala uzamıyordum.

Lisenin ilk gününde basketbol denemelerine girdim ve seçileceğimi düşünüyordum, ama direkt olarak beni kestiler. Çok kısa olduğum için beni JV oynatmak istediler. Bu beni üzdü. Oradan uzaklaştım ve iki maç dışında lisede hiçbir maç oynamadım.

İki maç, tüm lise hayatım boyunca. Buna inanabiliyor musunuz? Biraz bir AAU takımı için oynadım, bir de sokakta oynuyordum, o kadardı. Şimdi başımı öne eğip çok çalışmam gerektiğini düşünüyorum ama öyle bir yerde büyürken olayların nasıl karışık olduğunu anlamanız gerek. Sürekli taşınıyorduk. 6 farklı liseye gittim. Hiç istikrarlı bir şekilde yaşamadım. Sanki bir patlamış mısır makinesinin içinde büyüyormuşum gibi hissediyordum.

Komik ama insanlara “Bir gün Janet Jackson’la evleneceğim” diyordum. Janet Jackson benim için dünyadaki en iyisiydi. Ama 15 yaşındaydım. Açlıkla baş etmeye çalışıyordum, çok küçüktüm, uyuşturucu bağımlılarının etrafında büyüyor ve lisede dahi basketbol oynayamıyordum. Nasıl oradan çıkıp Janet’le görüşecektim?

O yüzden köşede kalıp yaşamak için ne yapmam gerekiyorsa onu yaptım. Çok kötüydü. Olanları övmeye çalışmıyorum. Milyon kez silah zoruyla soyuldum. Milyon kez dövüldüm. Hareket halindeki araçlardan üstüme ateş açıldı. Ama en korkuncu benim için silahlar falan değildi. Aslında silah ateş edilmesi sanki… doğaldı. Ne yani, sokaklardayken neler olacağını düşünüyorsunuz ki? En korkuncu ilaçlardı. Haplar, turnikeler… Millet uyuşturucu içmiş şekilde ortalıkta dolanıyordu. Her yerdeydi. Normal insanlar alıyordu. Hemşireler, öğretmenler, postacılar. D.C.’nin başkanı Marion Barry.

Sanki zombiler ortaya çıkmıştı. Öyle bir çevrede, her gün, her dakika yaşıyorduk.

18 yaşımdayken annem kanserden öldü. Bu da benim için son demekti. Her şey bitmişti. En küçük umudum bile kaybolmuştu. Basketbol oynamayı tamamen bıraktım. AAU takımı bıraktım, parkı bıraktım. Okuldan ayrıldım, uyuşturucu satıcılığım ayrı bir seviyeye çıktı. Kendi kafamda krallığımı kuruyordum. Vurulana ya da yakalanana kadar devam edecektim.

Kolejlerin radarında bile değilim. Annem gitmiş. E o zaman denemenin anlamı ne?

Bunlardan beni kurtaran şey AAU koçum Tony Langley’in bana söyledikleriydi. Emekli bir polisti ve öyle bir karakteri vardı. “Nasıl gideceğini sana söylüyorum Steve. Bundan 10 yıl sonra aynı yerlerde, aynı köşelerde, aynı adamları göreceksin, aynı şeyleri yapacaksın. Ama onlar en yeni kıyafetleri, en yeni ayakkabıları giyecekler. Sen onlara bakıp her geçen yılda aynı kaldığını fark edeceksin. Her gün yine soyulup duracaksın. Ama farklı bir şey yapabilirsin” demişti.

O aklımı başıma getirdi. O sözler hakkında düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Bir çıkış yolum vardı ama Duke falan değildi tabii ki. San Jacinto Koleji.. Teksas’taydı. Koçlarından biri beni AAU takımımda izlemiş ve bir boşlukları vardı. Junior bir kolejdi. Teksas hakkında ne biliyordum?

Ninem bunun annemin dileği olduğunu söyleyip durdu ve ben de tamam dedim. GED sınavımı geçtim, ninem bana 400 dolar verdi ve Houston’a uçtum. San Jacinto koçları, Houston yetkililerinin Dream Nijerya’dan geldiğinde onu aldığı hava limanında beni aldılar. Dürüst olmak gerekirse en az onun kadar şok olmuştum. 30 bin beyaz insan ve ben Steve. Tamamen bir kültür şoku. Ancak sonunda yerim yurdum belliydi. Bir yatağım ve kadroda yerim vardı. Bunlar arkamda olunca oraya gidip şov yaptım.

Shawn Marion’a sorun. Gidin ve sorun. O zamanlar Vincennes Üniversitesi’nde oynuyordu ve ülkedeki en iyi oyunculardan biriydi. ‘O adam’ olması gerekiyordu. Sonra Indiana’da karşılaştık ve onun canını okudum. Quadruple double yaptım. NBA’e gittiğimizde bir ısınmada konuşurken o maçın videosunun evinde olduğunu söylemişti. Evet maçın kasedi var. 20 yıl boyunca Shawn’a kasedin nerede olduğunu sordum ve sürekli beni atlattı.

SHAWN, KASET NEREDE?!

KASEDİ DÜNYAYA GÖSTER, SHAWN.

Milleti katlediyordum. Ancak hala küçük bir kolejdeydim. Birilerine göre komik gelebilir ama benim hep hayalim gerçek büyük bir Üniversite kampüsünde sırtımda çantayla sınıfa yürümek oldu. Kendimi Georgetown ya da Maryland’de kampüste eğlenip sınıfa yürürken hayal ediyordum. O kadar basitti. Tüm hayalim buydu.

Bir yıl sonra sonra Gary Williams ve John Thompson beni arıyordu. Oklahoma ve Clemson beni istiyordu ancak ben Len Bias ve Patrick Ewing’i izleyerek büyümüştüm. Ya Maryland ya Georgetown olacaktı. O kadar.

Hatta neredeyse Georgetown oluyordu. Ama John Thompson’la olan konuşmamı asla unutmayacağım. Bana “Steve, seni beğeniyoruz. Gerçekten beğeniyoruz. Ama daha elimde Allen Iverson vardı. Allen’dan hemen sonra seni alamam. Bana fazla gelir Steve. Kalp krizi geçiririm” demişti.

Saygı duydum. Haklıydı. Allen Georgetown’dayken etrafında onu arayanları görmüştü, benim gelmem durumunda da aynı şeylerin olacağını biliyordu. O yüzden üçüncü senemde, 21 yaşındayken Maryland’a geçtim.

Artık bir Terp’tim.

Bakın, benim hakkımda ne demek isterseniz deyin. Hayatım boyunca baya b.k yedim. Harika falan değilim. Ancak Maryland’de ilk sınıfa gittiğim gün.. O gün? O gün kitaplarım, çantam yanımdaydı ve kampüsteki herkes, “Hey Steve Francis! Nasılsın?” diyordu.

O gün bana aksini kesinlikle söyleyemezdiniz, Dünya’nın zirvesindeydim. Eğer annem o günü görseydi gözleri ağlamaktan dışarı çıkardı.

Üvey babam kampüsün içindeki metroda bir iş bulmuştu. Bilet kesiyordu. Bir gün antrenmandan çıktığımda onu görmeye gittim ve etraftaki herkes bana “Steve! Baban harika bir adam!” diyordu.

Ben de, “Ne diyorsunuz be?” dedim.

“Evet adamım. Bedavaya binmemize izin verdi. Çok iyi bir adam. Baban olduğunu söylüyor.”

Metro Park & Ride’a girdiğimde üvey babamın etrafının çevrili olduğunu gördüm. Sanki orada bir münazara yapıyordu. Kulübenin içinde telefonu vardı, patates cipsi yiyor ve herkes birasıyla onun etrafında dolanıyor, onunla basketbol konuşuyordu. Hatta küçük kız kardeşim bile onunlaydı. Terp kapüşonlumla içeri doğru geldiğimi fark etti, daha önce bir insanı hiç o kadar gururlu görmemiştim. Herkese “İşte bu benim oğlum. Maryland Üniversitesi. S..erler” diyordu.

İçeride oynanan her maça geliyordu. Eğer deplasmandaysak ve çalışıyorsa kulübesindeki TV’den izlerdi. Biraz ironik çünkü biyolojik babam metroları soyuyordu. Üvey babam ise metroda çalışıyordu. Gerçekten ekmeğini tırnaklarıyla kazıyarak kazanan bir adamdı. Benim gerçek babam, en iyi arkadaşım oldu. Her zaman salonda en çok destek veren kişiydi.

Artık beni kimse durduramazdı. Çıldırdım. Sezon sonunda Naismith finalisti olmuştum ve herkes NBA Draftı’nda ilk beşten gideceğimi söylüyordu.

Bir düşünün…

18 yaşında Takoma Park’ın köşesinde uyuşturucu satıyor ve silahla soyuluyordum.

22 yaşımda NBA’e giriyor, David Stern’ün elini sıkıyordum.

Peki o yıl Draft neredeydi tahmin edin? Washington, D.C.

Bunu nasıl açıklayabilirsiniz a… koyayım?

Draft’tan sonra bir anımı hatırlıyorum, üvey babamın evinde mutfakta oturuyor ve 80 bin dolarlık nakite bakıyordum. Sadece oturuyorum. Top oynadığım için o parayı almıştım. Mantıklı gelmiyordu. Küçük kız kardeşim 10 yaşındaydı. İlk işim ona Compaq Presario bilgisayar almak oldu. Tüm yaz Britney Spears’ın o s…ğe patladığını falan duyuyordum. İkinci işim nineme bir ev almak oldu. Yaklaşık bir hafta sonra ise bir yerlerden biri beni arıyordu. Bize eskiden para veren adamlardı. Onlara borçlu olduğumu söylüyorlardı.

Kardeşlerime sordum, “Bu s…tiğimin adamları ne diyor?”

Onlar da “Yani biliyorsun, eskiden, paramız yokken annemiz bizim isimlerimizi kullanarak bir şeylere imza atıyordu. Ancak böyle sıcak para alabiliyorduk” dedi.

Bakın cidden söylüyorum, millet beni arayıp “Steven D.Francis. Evet evet evet. Sonunda kim olduğunu biliyoruz” diyordu.

Amerika adamım. Asla unutmazlar. Seni bulurlar. 8 yaşımdaki kredi kartı faturalarını falan ödüyordum. Oralardan geldim işte ben.

Şimdi Vancouver’daki insanlar hala daha oradan zorla takas olduğum için bana kızgın. 2.sıradan Grizzlies beni seçtiğinde neredeyse ağladım. K.ç dondurucu Kanada’ya gidecektim, ailemden çok uzak kalacaktım ve o kulüp nasıl olsa oradan taşınacaktı. Kusura bakmayın, üzgünüm ama… aslında, üzgün falan bile değilim. Herkes basketbolun iş kısmını şimdi görüyor. O takım gidecekti. Üzgün olduğum tek nokta oraya gidip takas olmadan önce NBA tarihinin muhtemelen en kaba basın toplantısını vermem.

A.I’ın o tüm “Antrenman mı?” muhabbeti benimkinin yanında hiçbir şey değil.

Hadi ama be, Kanada mı? Ben? Orada? Olmazdı ki. Houston benim için harika yerdi. İnsanlar muhtemelen inanmayacaktır ama çocukken bana en büyük ilham veren oyunculardan biri Hakeem’di. Onun ayak oyunlarını izler, onu taklit ederdim. Crossover’ım? MJ değil. Iverson değil. Hakeem. Tekniğime bakın, Dream’i göreceksiniz.

Çok komikti çünkü Houston’a gittiğimde Dream bundan hoşlanmıyordu.

“Steve.”

“Evet, Dream?”

“Top sürmen…”

“Nedir sorun, Dream?”

“Çok fazla top sürüyorsun, Steve.”

“Dream, had-”

“Çok fazla.”

Tanrının sesi. Onunla iki yıl oynadığım gerçeği hala bana çılgınca geliyor. Onun yanına oturmuşum, büyük kulaklarımlayım, Jay-Z çalıyor.

“Steve.”

“Evet, Dream?”

“Müziğin. Ne o?”

“Hadi ama Dream.”

“Kapat onu, Steve. Tanrı’nın kelimelerine konsantre olmaya çalışıyorum.”

“Dream. Hay s… Tamam.”

Ne diyebilirdim ki? Muhtemelen onu daha çok dinlemem gerekiyordu ama bir manyaktım. Dünyanın zirvesindeydim. 2000 Smaç Yarışması’ndan sonra, Hakeem ve Charles ayrıldıtktan sonra Houston’ın gerçekten beni bağrına bastığını hissettim. Hala daha Houstonda yaşıyorum ve buradaki insanlar ne olursa olsun benim arkamdalar. Son birkaç yılda kötü zamanlardan geçtim, hapise atılsam bile Houston’daki herkes benim arkamdaydı. Sadece 5y yıl bir şehirde kalan ve bir kez playoff yapan bir adam nasıl bu kadar sevilebilir?

Bence bunun nedeni Yao ile birlikte olduğumuz zamanlardaki enerji. Yao benim adamımdı. O Houston’a geldikten sonra tam bir A.. S… ikili olduk. Birimiz Çin’den birimiz D.C.’den geliyorduk, ancak dil bile problem olmuyordu. Birbirimizi tamamlıyorduk. Benim sol kulağım, Yao’nun sağ kulağı kısmi şekilde duyuyor, birbirimizle basit ingilizceyle bir şekilde anlaşmaya çalışıyorduk.

Bir o kafasını dönüyor, he?

Ben kafamı dönüyorum, ne? He?

Gerçekten acayipti. Ama o benim kankamdı. Hayatımdaki en kibar, saygılı ve akıllı takım arkadaşımdı. Antrenmanlardan önce ve sonra 15’er dakika röportaj yapmak zorunda kalıyordu. Kameralar deplasmana gittiğinde onu takip ediyordu. Bir acayipti. Sürekli bize, “Kameralarla ilgili bir sıkıntınız var mı? Sizi rahatsız ediyorlar mı?” diye sorup dururdu.

Böyle biriydi işte. Favori takım arkadaşımdır. Çok da iyi bir oyuncuydu. Hala daha bazen eğer Yao sakatlıklardan erken dönmeye çalışmasa ve birlikte Houston’da kalsak neler olurdu diye düşünüyorum. Hala canımı yakıyor. Başarılı olurduk. Houston’daki herkes de bunu biliyor.

Peki onlar ne yaptı? Beni Tracy McGrady için Orlando’ya yolladılar.

Bu canımı yaktı. Magic ve Knicks‘teki yıllar konuşmaya değecek günler değil. Sanki Goodfellas’ın sonu gibiydi. Herkes birbirine ihanet ediyor ve sanki polis helikopterlerinin gelmesi için arabayla gezerken yukarı bakıyorlar gibiydi. Tam bir çöplüktü. O takımlara gidip soyunma odasına girdiğinizde beş dakika içinde her şeyin farkına varıyorsunuz: Yok, buradan galibiyet falan çıkmaz.

Bir dakika içinde söyleyebilirsiniz. Bir kültür olmuş artık.

2007’de Houston’a gittiğimde eve döndüğüm için çok mutluydum. Ancak tam da o zamanda her şey tepetaklak oldu. Rick Adelamn… Bakın, size yemin ediyorum ki antrenmanda k.çımı yırtıyordum. Yao’ya sorun. Size söyler. Ama Adelman benim önümde Luther Head, Aaron Brooks ve Rafer Alston’ı oynatıyordu. Bakın, o adamlara saygısızlık olmasın ama, hadi ya. Koç oynatmıyordu, benchin en arkasında oturuyordum ve tüm tribünler benim ismimi bağırıyordu. Eve geldiğimde koltukta saatlerce otururdum. Tamamen sessizlik. İçki yok, müzik yok. Hiçbir şey yok. Gece 1’e kadar oturur düşünürdüm.

D.C.’de uyuşturucu satmaktan dört yıl içinde NBA’e gittim. Şimdi bitti mi? Bu mudur? 32 yaşında mı? Son olduğunu biliyordum ancak bu kabul etmesi çok çok zor bir şey. Kim olursanız olun bu böyle.