1960-70’lerde NBA: Seyahat Etmenin Bir “Mesele” Olduğu Zamanlardan Hikayeler

30/Haz/22 14:01 Haziran 30, 2022

Bilal Baran Yardımcı

30/Haz/22 14:01

Eurohoops.net
LOS ANGELES - 1966: Wilt Chamberlain # 13 of the Los Angeles Lakers relaxes on a train ride in New York City, New York. NOTE TO USER: User expressly acknowledges and agrees that, by downloading and or using this photograph, User is consenting to the terms and conditions of the Getty Images License Agreement. Mandatory copyright notice: Copyright NBAE 2002 (Photo by Ken Regan/ NBAE/ Getty Images)

Eurohoops Çeviri, eski zamanlarda NBA oyuncularının seyahatler sırasında yaşadığı olayları ele alıyor.

by Jonathan Abrams / Çeviri: Bilal Baran Yardımcı / info@eurohoops.net

Bu çevirinin tüm hakları Eurohoops Ltd. Şti.’ye aittir ve tamamının veya bir kısmının izinsiz kullanılması kesinlikle yasaktır.

Bu yazı 16 Mayıs 2013 tarihinde Grantland‘de yayınlanmış ve uyarlanarak çevrilmiştir.

Uçaklar, trenler, otomobiller… Otostoplar, otobüsler ve kime sorduğunuza bağlı olarak menzil arabaları. Kiralamalı uçuşlar büyük pazar lüksünden biraz daha fazlasıyken NBA oyuncuları bu şekilde seyahat ediyordu. O zamanlar haritada bir görüntü yakalamanız gerekiyordu. Red Auerbach, o efsaneleşmiş Boston Celtics takımına “Her koyun kendi bacağından asılır” der ve kar fırtınasının ortasında ayrılan trenin son koltuğuna otururdu. “Maçları oynamak, oynayacağımız yere ulaşmaktan çok daha kolaydı.” diyor Celtics efsanesi Bob Cousy. “Sürekli bir sorun çıkardı.”. Sadece oraya varmak, savaşın yarısıydı ve bazen o savaş kaybedilirdi.

Bazı NBA efsaneleriyle en çok akıllarında kalan seyahat anıları hakkında konuştum. Syracuse Nationals ve Philadelphia 76ers formaları giyen Hall of Fame oyuncu Dolph Schyaes, “25 yaşındayken olayları akışına bırakıyorsunuz ancak durum bu. Bugüne baktığınız zaman o zamanki standartlar Taş Devri seviyesinde.” diyor.

Havadan Seyahat

Gail Goodrich (Los Angeles Lakers, 1965-68; Phoenix Suns, 1968-70; Lakers, 1970-76; New Orleans Jazz, 1976-79): “Havaalanına giderdin, takımla buluşurdun, biletleri alırdın, uçağa binerdin ve beklerdin. Bir sürü rötar olurdu. Los Angeles’tan Doğu’ya seyahat ederken her zaman kar fırtınaları olurdu. En büyük olay ise üç gece üst üste olduğundaydu. Cuma Los Angeles’ta oynar, cumartesi uyanır ve Phoenix’e, Portland’a veya Seattle’e seyahat eder ve o gece de maça çıkardık. Gece geç saate kadar uyanık kalır, ertesi gün erken kalkıp Los Angeles’a geri döner ve aynı gece yine maça çıkardık. Bu, bir Batı turnesi olurdu. Üç maç üst üste. Doğu’ya gittiğimizde de beş gecenin dördünde maça çıkmak, garip bir durum değildi.

Kariyerimin başlarındaki bir seyahati hatırlıyorum, New York’ta bir kar fırtınası vardı ve biz de Los Angeles’tan geliyorduk. Toledo’ya inip geceyi orada geçirmemiz, ardından ertesi sabah uyanıp New York’a giden trene binmemiz gerekiyordu. Oraya maç başlamadan bir saat önce vardık ve o gece maçı oynadık.

Şimdilerde ise muhtemelen çantalarına dokunnmuyorlar bile. Biz kendi çantalarımız taşımak zorundaydık. Hatta eğer çaylaksanız topların olduğu çantayı da taşımanız gerekiyordu. O zamanlar antrenmanlara ve maç öncesine altı top götürürdük. Elgin Baylor’ın dizleri için bir sıvı ısıtma cihazı vardı. Eğer çaylaksanız, onu da taşımanız gerekiyordu. İki çaylağımız vardı, bu sayede biri cihazı taşırken öbürü topları taşırdı. Onları kontrol ederdik. Bir bagaj sendeyse, sorumluluğu da sendedir. Trene, otele beraber gitmen gerekir. Eğer otelde antrenörüne teslim etmezsen onu maça götürmekle de sen sorumlusundur.”

Dolph Schayes (Syracuse Nationals/Philadelphia 76ers, 1949-64): “Kar fırtınası içinde döndüğümüz spesifik bir maç hatırlıyorum. 1950’lerin sonuydu. Çoğu cumartesi gecesi maçımız olurdu ve bir erken saatte yayınlanacak televizyon maçı için öğlen 1’de mi ne Syracuse’da oynamamız gerekirdi. Uçuşlardan nefret eden birkaç isim vardı. Bunlardan biri de Cincinnati Üniversitesi’nde oynamış Connie Dierking’ti. Nefret ediyordu. Pilot ‘Uçuşa geçiyoruz ancak fırtınanın ucunda uçacağız, bu yüzden de navigasyon için Mass Turnpike yolunu takip edeceğiz. Çok yüksekten uçmayacağız’ dedi. Connie ‘Aman Tanrım’ tepkisini verdi. Şakacı Johnny Kerr, açık konuştu: ‘Connie, neden endişeleniyorsun? Araba kazalarında ve karşıdan karşıya geçerken daha fazla insan ölüyor. Uçaklar çok güvenli, en güvenli ulaşım aracı hatta. Geçtiğimiz gün Fransa’da 90 kişinin öldüğü bir tren kazası yaşandı’. Connie nasıl olduğunu sordu. Johnny ‘Oh, bir uçak trenin üzerine düştü’ şeklinde yanıtladı. O zamanlar bu, bana çok komik gelmişti. Uzun lafın kısası, sağ salim geri döndük.”

Bob Cousy (Boston Celtics, 1950-63, 1969-70): “Ölüme yaklaştığımız bir an yaşamadık. Douglas DC-3s adındaki uçaklar, o zamanlar yapılmış en güvenli uçaklardı. Antrenörümüzün ise midesi bozuktu, sokakta yürür gibi uçaktaki torbaları doldururdu. Hangi yükseklikte uçarsanız uçun türbülanslar gerçekleşirdi ve tabii ki kışın seyahat etmek, en kötü şartları beraberinde getiriyordu. Genelde onunla Cin Rumisi oynardık. O kusarken biz de kartlarla onun parasını kazanırdık.”

Elgin Baylor (Minneapolis/Los Angeles Lakers, 1958-72): “1960’larda bir gün, öğlen saatlerinde Minneapolis’i terk ettik. Kalkıştan önce pilot, birtakım problemler yaşadığımızı söyledi. Havadayken iki motor da durdu. Öylece durmuştu. Sanırım yakıtın bittiğini düşündü ve iniş yapmamız gerektiğini söyledi. Süreç boyunca etrafta daireler çizdik ve bir havaalanı ya da başka bir şey bulmayı hedefledik. Sonunda iniş yaptık ve pilot, herkese kendileriyle gurur duymaları gerektiğini söyledi.”

Rod Hundley (Minneapolis/Los Angeles Lakers, 1957-63): “O olayda kimsenin yaralanmaması mucize. Orada olmayan tek isim Rudy LaRusso. O, Dartmouth’ta da oynardı. Ülseri vardı ve bu yüzden uçuşu kaçırmıştı. Az daha koca takımdan bir kişi sağ kalmış olacaktı. Havada uçakla dolaşıyor ve ne yapacaklarına karar vermeye çalışıyorlardı. Çok az bir miktar yakıtımız kalmıştı ve pilotlar, kararı bize bıraktı: ‘Ne yapmak istiyorsunuz? 25, belki 30 dakikalık yakıtımız kaldı. Size bağlı. Aksi halde şu anda hamle yapmamız gerekir. Bu, bizim kararımız’. Biz de ‘Şimdi yapalım’ dedik. Pozisyonlarımız aldık ve ‘Eğer şu an bizi yere indirebileceksen o yöntemi uygulayalım’ dedik. Bunu seçmiştik. Uçağı camlar açık halde sürdüler. Sağda ve solda birer cam açıktı. Yaptıkları şey uçuş boyunca o camlardan ışıklar savurarak şehir merkezinden birilerinin dikkatini çekmek ve yardım çağırmaktı. Elgin uçağın arkasına gitti ve yattı.

İniş yaparken neredeyse bir arabaya çarpıyorduk. Hikaye daha da büyüyor. Geriye dönüp baktığımda o anlarda ‘buraya kadarmış’ gibi hissetmiştim. İşimiz bitmişti. İniş için ucu ucuna yetecek bir mesafe yakalayana kadar uçağı yeniden kaldırdılar ve sonra iniş yaptılar. Bilmediğimiz şey ise karı eşeleyip bize iniş yapacak alan açmaya çalıştıklarıydı. Bir mısır tarlasına girdik ve birkaç sapı yıktık ancak bu, uçağın yavaşlamasına yardımcı oldu. Vurduğumuzda sadece yerde kalmaya çalışıyorduk ve uçağın mısır saplarına vurduğunu hissedebiliyorduk. O şehirdeki en büyük mısır tarlasıydı. İşe yaradı ancak yaklaşık 3-4 kez yere çarpıp geri havaya yükseldi. Sanki bir basketbol topunu elinize alıp bırakmışsınız ve yerde durana kadar sekmiş gibiydi. Sert bir inişti ancak iyiydi. Sonunda bir durağa geldik ve herkes birbirine bakıyordu. Ne yaşandığına dair bir fikrimiz yoktu. Herkes dehşet içindeydi. Sonra bir anda sanki o gece maç kazanmışızçasına herkes bağırmaya başladı. Herkes birbirine arkadan vuruyordu. Sonrasında inebilmemiz için uçağın arkasını açmak zorunda kaldılar. Uçak, neredeyse bir metre karın içindeydi. İnsanlar kartopu yapmaya ve birbirine atmaya başladı. Hayatta olduğumuz için çok mutluyduk. Oraya çok yakın bir motel vardı. Büyük bir bardakta kahvelerimizi içtik. Herkesin kendi odası vardı ancak kimse uyumak istemedi. Herkes uyanık kalmak, sohbet etmek, kahve içmek ve donut yemek istedi. Başarmıştık. Bir sonraki sabah uyandığımızda hava mükemmeldi.”

Baylor: “İş hallolmuştu ama korkunçtu. Bir noktada herkes korkmuştu. İnsanlar, Jim Krebs yüzünden korkuya düşüyordu. Kendisini geçenlerde kaybettik fakat Jim, hep en kötüsünü düşünürdü. İyi bir adamdı ancak onu ‘Aman, kaza yapacağız’ derken görürdünüz.

Size komik olanı söyleyeceğim: Yere indiğimizde bizi kim bekliyordu? Pürüzsüz bir inişin ardından kapının çalındığını duyduk. Kapıyı çalıp ‘Herkes iyi mi?’ diye soran bu adamın şehrin cenaze kaldırıcısı olduğunu öğrendik. Yaşanan şey şuydu: Onun kafasının üzerinde daireler çiziyorduk ve o da polisi arayıp başımızın belada olduğunu söylemişti. Hatta otele giderken onun cenaze arabalarından birine bindik. Saat çok geçti bu yüzden bizi alacak bir taksi bulamamıştık. Minneapolis’e yolun geri kalanında tren kullanarak vardık.”

Jerry West (Los Angeles Lakers, 1960-74): “Seyahat etmek sürekli bir uğraştı. Artık alışmıştık. Az uyuyorduk, uygun olan ilk uçağı yakalamaya çalışıyorduk, mekanik sıkıntılar çıkıyordu. 1971-72 sezonundaki 33 maçlık galibiyet serisi sırasında Chicago’da bir olay yaşandı ve Philadelphia’ya gece 5’te vardık. O maç, bizim için kötü bir maçtı. Maça iyi başlamadık ancak iyi bitirmeyi başardık. Seyahat hakkında çok az ya da hiç kontrolünüzün olmadığı çok fazla olay yaşanıyordu.

Bir keresinde Buffola’da üç güne yakın kısılı kalmıştık. Dışarıda bir kar fırtınası vardı ve biz de çıkamıyorduk. Kar fırtınasına yakalanmak için dünyadaki en ideal yerlerden birinde değildik. Otelde kapalı kalmıştık, ayrılamıyorduk. Küçük küçük bir sürü olay da var. Cumartesi gecesi Los Angeles’ta maça çıkıp o gece New York’a uçup çift maçlardan birini oynardık, sonra da pazar öğle maçı için Boston’a giderdik. Bunlar, sık sık başımıza gelirdi.

Uyumaya çalışmak benim için her zaman en büyük problem oldu. Bazı insanlar uçuş sırasında uyuyabiliyor. Ben uyuyamıyordum. Maçlardan sonra uyku tutmuyordu. Maç takvimi çok yoğundu ve çoğu maça dört-beş saatlik uykuyla çıkıyorduk. Bu yüzden oraya erken varıp dinlenmek için fazla zaman kazanmak çok önemliydi. Oynamak istediğim seviyede olabilmek için sahip olduğum günlük rutinimin parçalarından biri buydu.”

Nate Thurmond (San Francisco/Golden State Warriors, 1963-74; Chicago Bulls, 1974-75; Cleveland Cavaliers, 1975-77): “Kariyerimin başında Wilt ile aynı takımdaydım. Bu da demek oluyor ki Wilt, uzun insanlar için en iyi koltuğa oturuyor. Ben, Wayne Hightower ve Tom Meschery’nin arkasından dördüncü sıradaydım. İkisi de çok uzundu. Veteranların kendi bölgesi olurdu. Ne tarafta isterlerse. Bir çaylak olarak yapmanız gereken önünüzde kimsenin olmadığı bir koltuk bulmaktı. Size bir koltuk atıyorlardı ve herkes uçağa girene kadar bekliyordunuz. Etrafa bakınır ve kimsenin oturmadığı bir koltuk bulur, onun arkasındaki koltuğa oturur ve önünüzdeki koltuğu iterdiniz. İşin sırrı buydu. En uzun çaylak olarak ben bu taktiği kullandım.

19 günlük, 14 günlük gezilere çıkardık. Batı Yakası’nda sadece iki takım vardı: Los Angeles ve San Francisco. Bir sonraki durak St. Louis’ti. Sonra bi bakıyordunuz ki uçuş ertelenmiş ya da iptal edilmiş. Havaalında yorgunluktan bitmiş halde bagajınız elinde ne olacağını beklerken buluyordunuz kendinizi. Bir uçak bekliyor ve maçtan üç saat önce filan şehre varıyordunuz.

İkinci yılımda Wilt takaslandığında takım sahibine gittim ve Wilt’in odasını istediğimi söyledim. Tek başına kalan tek kişi Wilt’ti. Takımda bekar olan birkaç isimden biriydim ve bana Wilt’in odasını verdim. Nasıl yapardım bilmiyorum. Pembe dizileri açmaya sabırsızlanan oyuncularla aynı odada kaldım. Hayatımda öyle diziler izlemedim ben. Tek başıma kalmaya başladığımda benim için şüphesiz en büyük mutluluk oydu.”

Jerry Sloan (Baltimore Bullets, 1965-66; Chicago Bulls, 1966-76): “Hatırladığım şeylerden biri, beş gecede beş farklı şehirde beş maç yapardık. Baltimore’da başladık, sonra St. Louis, Los Angeles, San Francisco ve oradan New York.

Bir başka zamanda ise Buffola’dan Chicago’ya otobüsle gitmemiz gerekti. Chicago’da oynadık ve sonrasında Boston’a dönmemiz gerekiyordu. Hava şartları sebebiyle uçuşlar iptal edilmişti. Otobüs tuttular ve Cleveland, Ohio’da mola verdik. Chicago’ya sabahın beşi ya da altısında vardık. Yanlış hatırlamıyorsam bir boş günümüz vardı, ardından Boston’a dönecektik. Celtics’e karşı ilk kez ulusal televizyonda oynayacaktık. İlk devreyi iyi geçirdik ancak ikinci yarıda bizi domine ettiler ancak iş göründüğünden farklıydı. Tam net hatırlamıyorum ancak çok zor bir yolculuktu.

Benim başıma gelen şey ise şu: Evansville’de işe girdim. Orada sadece beş günlüğüne bulunuyordum. Benim yerimi alacak adam ise oyuncularla beraber uçak kazasında vefat etti. Artık bunun hakkında pek konuşmuyorum. Uzak kalmayı tercih ettiğim konulardan biri.”

Satch Sanders (Boston Celtics, 1960-73): “Cincinnati’ye karşı oynadığımızda kiralık bir uçak vardı ve iki takım da aynı uçakta uçtu. Bu, farklı bir deneyimdi. Ön tarafta bir grup, arka tarafta bir grup oturdu. Veya tam tersi, seyahat şartlarımızı düşündüğümüzde kim nereye oturursaydı. Bu, büyük bir mesele değildi. Hepimiz aynı uçaktaydık. Uçak DC-3’tü. Muhtemelen gideceğiniz yere arabanızla o uçağın uçuşundan daha hızlı varırdınız.”

Earl Monroe (Baltimore Bullets, 1967-71; Knicks, 1971-80): “Baltimore’dayken hep ikinci plandaki havayolları şirketlerinde uçardık. North Central, Allegheny gibi şirketler. Piedmont vardı mesela, mottoları ‘Asla kara görüşünü kaybetmeyiz’di. Bu uçaklarda havadayken çok fazla türbülans yaşanırdı. Baltimore’dan New York’a giderdik. New York’ta uçaktan indikten sonra bindiğiniz taksiler çok çılgın oluyordu. Baltimore’dan New York’a gitmek için yoğun bir zamandı.

Bir keresinde North Center Airlines’tayken Cincinnati’ye gidiyorduk ve bir cam yerinden çıktı. Her şey dışarı uçmaya başlamıştı ki pencerenin olduğu yere bir tahta parçası koyarak kapattık. Sonunda yere inebildik ve uçuşumuzu değiştirdik. Takım arkadaşlarımızdan biri o tahtayı tutmuştu çünkü uçakta çok fazla yolcu yoktu. Küçük bir uçaktı. Bu tarz havayollarında uçmayı sevmiyorduk. Güneydeki bir hazırlık maçından dönerken Leroy Ellis diye bir adam Piedmont ile uçmak istemediğini söyledi. Araba kiraladı ve Baltimore’a direksiyon başında döndü.” 

Walt “Clyde” Frazier (New York Knicks, 1967-77; Cleveland Cavaliers, 1977-80): “Cleveland’a gidene kadar durumun ne kadar berbat olduğunun farkında değildim. Orada her sabah uyanıp Chicago üzerinden bağlantı yapmanız gerekiyordu. Direkt olarak hiçbir yere uçamadığınız için her zaman 7.30’da uçağınız olurdu. Knicks’teyken kiralık uçak kullanırdık. Bunu yapan az sayıdaki takımlardan biriydik. Birçok takım yeterince para kazanamadığı için bunu yapamıyordu.”

Stu Lantz (San Diego/Houston Rockets, 1968-72; Detroit Pistons, 1972-74; New Orleans Jazz, 1974; Lakers, 1974-76): “O zamanlar maçtan sonraki sabah ayrılmanız gerekiyordu, akşam asla gidemezdiniz. New York’taydık ve bir kar fırtınası vardı. Bir saatten fazla bir süre boyunca pistin temizlenmesini bekledik. Atlanta’ya vardık ancak maçı yarım saat kadar ertelemek zorunda kaldılar. Atlanta’ya vardığımızda havaalanından direkt olarak salona gitmiştik.”

Bill Fitch (coach, Cavaliers, 1970-79; Boston Celtics, 1979-83; Houston Rockets, 1983-88; New Jersey Nets, 1989-92; Los Angeles Clippers, 1994-98): “Duş alıp havaalına gidip evine dönerken ya da bir sonraki durağına yol alırken işler çok kolay. Bu, gerçekten önemli bir fark yaratıyor. Alın size bir örnek: New York’ta oynadıktan bir sonraki gün Chicago’da maçınız var. Sabah ilk müsait uçağı yakalamanız gerekiyor ki saati genelde altı gibi oluyor. Uçuştasınız, iki pivotunuz genelde dizleri başlarına kadar uzanmış şekilde istedikleri yerde oturuyorlar. Yanlarında sızlanarak oturan oyun kurucunuzu görüyorsunuz ve o gece maçınız olduğunu hatırlıyorsunuz. 1970’lerde işler böyleydi.

Şimdilerde üst üste iki maç oynamaktan bahsediyorlar. O zamanlar bu iş çok daha farklıydı. İlk müsait uçağı yakalamaya çalışıyordunuz. Size özel koltuklar yoktu. Birinci sınıf bilet aldınız diyelim, bu sefer de tüm takıma alacak kadar bilet yoktu.”

Karadan Seyahat

Schayes: “BAA, Ulusal Lig ile birleştiğinde Ortabatı’da birçok küçük kasaba vardı. O sene her takım birbiriyle bir kez oynardı. Sheboygan Red Skins, Knicks ile oynamak için New York’a geliyordu. 8.30’daki maç için saat sekiz gibi iki vagon yaklaşırdı. Sheboygan Red Skins, New York’a böyle giderdi. Salonun önünde herkes giriş yaparken çantalarıyla çıkar ve maçı oynarlardı.”

Tommy Heinsohn (Boston Celtics, 1956-65): “O zamanlar Rochester’dan Fort Wayne’e gidemezdiniz. Fort Wayne’de duran bir tren yoktu. Aktarmalarla sizi oraya götürebilecek bir uçak da yoktu. Oraya gitmenizin tek yolu bir trendi ancak o da Fort Wayne’den 32 kilometre önce dururdu. Mısır tarlasının ortasındaydı. Sonrasında o kasabada yürümek ve otostop çekerek liseli bir çocuğun tekine 10 dolar vererek Fort Wayne’e gitmek zorunda kalırdın.”

Al Attles (Philadelphia/San Francisco Warriors, 1960-71): “Playoff serisi sırasında rakip takımla aynı otobüsü kullanmamız gerektiğini hatırlıyorum. Bizi yenmiş oluyorlardı ve Syracuse’dan Philadelphia’ya geri dönüyorduk. O otobüse sevginin hakim olduğunu sanmıyorum. O küçük uçaklarla uçuş yapamıyordunuz. Bu yüzden otobüs kullanmamız gerekiyordu. Playoff zamanıydı ve havaalanı kapanmıştı. Yarın gece Philadelphia’da maçımız vardı, bu yüzden Philadelphia’ya ulaşmamız gerekiyordu. Bir otobüs tuttular ve iki takım da aynı otobüse bindi. Ne yazık ki maçı kaybettik. Bu yüzden Syracuse, otobüse bizden önce bindi. Wilt’in otobüse binmesiyle iyi bir koltuk kalmamış oluyordu zaten. Onun istediği koridorun sonunda oturmaktı. Swede Halbrook, o koltuğa oturmuştu. O da iki metre civarı bir şeydi. Wilt o koltuğu istedi ancak onlar bizden önce gelmişti, bu yüzden otobüste karşı karşıya geldiler. Ek olarak maçı kaybetmiştik, bu yüzden enerjimiz yoktu. Wilt ‘Otobüse bindiğimde o koltuk benim olur’ dedi ancak olan olmuştu.”

Frazier: “Her zaman otobüslerde olurduk. Lüks bir durum yoktu, o kesin. Tek lüksümüzü otobüslerde yaşadık. Maçlara giderken otobüs kullanan ilk takım bizdik. İlk zamanlar araba kiralanıyordu. Bazen arabalar gelmiyordu, insanlar geç kalıyordu. Böyle olunca biz de maçlara gitmek için şehir otobüslerini kullanmaya başladık.”

West: “Bir keresinde Cincinnati’deyken büyük bir kar fırtınasıyla karşılaştık. Bizi uykuya dalmadan önce uyandırdılar ve trene binip Chicago’ya giderek maçı öğlen oynayacağımızı söylediler. Cumartesi gecesi Cincinnati’de, pazar öğlen Chicago’da maç… Trene bindik. Trende giyindik. Üniformalarımız üstümüzdeyken yağmur yağdığı için çamurlu yerlere bastık ve oradaki eski salonda oynadık.”

Oda Arkadaşları ve Takım Arkadaşları

Sanders: “Eğer bir sorun çıktıysa oda arkadaşınız bagajların havaalanına ulaştığından emin olmalıydı. Eğer geç kaldıysanız, eşyalarınızın yine de orada olması gerekiyordu. Herkes birbirinden sorumluydu. Zorluklar vardı. Herkes zorluklar hakkında konuşuyor. Aynı zamanda inanılmaz avantajlar da vardı. En büyük avantajımız beraber olmaktı, oda arkadaşımızın olmasıydı. Eğer bunu bugünün gençlerinin öğrendikleriyle kıyaslarsanız… Bugünlerde insan ilişkileri hakkında o kadar da şey bilmiyorlar. Hepsinin kendi odası oluyor. Bizim durumumuzun sağladığı avantaj bir başka insanla beraber yaşamayı öğrenmek, iniş çıkışlarla başa çıkmak ve başka bir insanın sevdiği/sevmediği şeyleri keşfetmekti.”

Barnett: “O zamanlar birbirimizle çok daha fazla vakit geçirirdik. Havaalanında yaşanan tartışmaları hatırlıyorum. O zamanlar sinirler daha kolay geriliyordu. Elvin Hayes ile benim aramda da bir olay yaşanmıştı. O ve ben, çok iyi anlaşmazdık. Aslında o, birçok insanla pek iyi anlaşmazdı. Milwaukee’deyken bana bir şeyden dolayı kızdı ve havaalanında beni kovalamaya başladı ancak yakalayamadı. Koştum, koştum, koştum ve taksiye binip otelin yolunu tuttum. O gün öğleden sonra maçımız vardı. Lew Alcindor’lu Milwaukee ile oynuyorduk. Maç ulusal televizyondaydı ve Elvin Hayes, Kareem Abdul-Jabbar ile eşleşecekti. Çok sinirlenmişti. Koçumuz Jack McMahon’du ve beni çok severdi. Soyunma odasındaydık ve o an Elvin’in herkes etraftayken bir şey başlatmayacağını anladım. Hepimiz giyinmiştik, maçın başlamasını yarım saat kalmıştı ancak Elvin hala normal kıyafetleriyle oturuyordu. Jack, Elvin’e ’10 dakikaya parkeye çıkıyoruz, giyinsen iyi olur’ dedi. Elvin ise ‘Ben oynamamak’ şeklinde cevap verdi. Evet tam da böyle cevap verdi, fiilleri her zaman kullanmazdı. Jack sakat olup olmadığını sordu, Elvin olmadığını söyledi. Elvin bana baktı ve ‘O oynuyor?’ diye sordu. Jack, ‘Evet, Jim ilk 5 başlıyor. Oscar Robertson’ı savunacak’ dedi. Elvin, ‘O oynamak, ben oynamamak’ dedi. Jack beni soyunma odasından çıkardı ve neler olduğunu sordu. Ben de anlattım ve Jack ‘Sana ne yapman gerektiğini söylemiyorum. Eğer takım sahibimiz birinizden kurtulmak istese bunun Elvin olmayacağını biliyoruz’ dedi. ‘Bu sezon ligin sayı kralıydı. Eğer biri gidecekse bu sen olursun. San Diego’yu sevdiğini biliyorum. Yine de ne istiyorsan onu yap’ diye devam etti. Ben de gittim ve ‘Tamam Elvin, özür dilerim. Dün gece söylediğim şey için özür dilerim’ dedim. Her şey düzeldi, giyindik. Maçın ilk pozisyonunda ona belimin arkasından bir pas verdim ve o da gidip smaçladı. Bu, onu mutlu etti ve o an buzlar erimişti.”

Bütün bunların yanında rezalet otellerde kaldık. Eğer Holiday Inn’de kaldıysak ekstra eğleniyorduk. Bakımsız yerlerde kaldık. Lige ilk girdiğimde bir günlük yemek parası 10 dolardı. Kariyerim boyunca oda arkadaşlarımız oldu. Warriors‘ta üç sene geçirdim ve hem en iyi arkadaşım hem de oda arkadaşım Clyde Lee’ydi. Genelde yatağının ucuna bavullarını koyar, üstüne battaniyeyi geçirir ve yatağını biraz daha büyütmüş olurdu.

O zamanki NBA’in olaylarından biri de maçlardan sonra dışarı çıkıp içmekti. Jack McMahon da bizle içmeye gelirdi. Eğer onu çağırmazsak sinirlenirdi. ‘Dün gece beni ektiniz. Nereye gittiniz?’ derdi. 39 yaşındaki bir antrenördü, aynı zamanda arkadaştı. Yolda sizi kadınlarla biraraya getirmeye çalışırdı. Bu, işin bir parçasıydı. Cincinnati’de oyuncuların kiraladıkları arabalarla otele hanımefendilerle döndüğünü hatırlıyorum. Jack de tam o zaman geldi. Jack bir arabadaydı, ben öbüründe. Bakıştık ve bana gözlerini kırptı. Benim için mutluydu. Bir sonraki gece kim bilir nerede maçımız vardı.” 

Red Auerbach

Sanders: “Auerbach, Auerbach’tı. Bir keresinde Philadelphia’daydık ve inanılmaz bir kar fırtınası esnasında Boston’a gitmek zorundaydık. Syracuse ile karşılaşmak için oraya gitmeliydik. Syracuse, çoktan oradaydı ve bizi bekliyordu. Bir gece önce maçları yoktu ve biz adeta Philadelphia’da kısılı kalmıştık. Auerbach hepimizi çağırdı ve bizle konuşurken arkamızda tren vardı. Hepimizi bir köşeye topladı ve dikkatli bir şekilde uzun konuşmasına başladı. ‘Oraya zamanında gelseniz iyi edersiniz. Öğlen maçımız var ve k*çınızı kaldırsanız iyi olur.’ dedi. Sonra geri çekildi ve ‘Her koyun kendi bacağından asılır!’ diye bağırdıktan sonra trene bindi. Tren daha fazla yolcu alamıyordu ancak Auerbach, çoktan kendisinin kim olduğunu bilen rehberle konuşmuştu. Böylece kendine bir yer edinmişti. Biz de trene binip binemeyeceğimizi sorduk. Hayır cevabını aldık. Auerbach ayrılırken yüzünde bir gülümseme vardı. Araba kiralamak zorunda kaldık. Bir şekilde Syracuse ile öğlen maçını oynamak için bir yol bulduk.

Bir başka seferde ise yere iniyorduk ve çok rüzgar esiyordu. Pilot kontrolü sağlamaya çalışıyordu. ‘Ciddi bir problemimiz var. Rüzgar saatte 72 kilometre hızla esiyor ve bu, bizim çok sert bir iniş yapmamıza sebep olacak. Uçağın kontrolü tamamen bende olmayacak ancak bence başarabiliriz’ dedi. Herkese kaza pozisyonunu almasını söyledi. Birdenbire Auerbach’ın ‘Yardım edin, kaza pozisyonu için o kadar eğilemiyorum’ diye bağırdığını duyduk. Biz de bunun hakkında şakalar yapmaya başladık. Tabii ki kimse ayağa kalkıp ona yardım etmeye gidemedi. O; bağırmaya, çığlık atmaya devam etti. Uçak yere değdi. Başarmıştık. Uzun bir süre Auerbach’in çığlıklarını kahkaha malzemesi olarak kullandık.”

Cousy: “Eminim duymuşsunuzdur ki Red, bazen çok sinir bozucu olabiliyor. Taksiye dört kişi binerdik. Takımda bir çaylak varsa onunla taksiye binmek isterdik çünkü taksi durduğu anda bir anda hepimiz arabayı boşaltıp otele koşardık. Parayı ödemesi için çaylağı yalnız bırakırdık çünkü Auerbach, masraf çıkarma konusunda çok kötüydü. Her zaman size bu konuda zor anlar yaşatırdı. Taksi sürücüleri muhtemelen neye uğradığını şaşırıyordur. Dört yetişkin varmak istediği yere varınca deli gibi arabadan inip kaçıyor ve parayı ödemesi için fakir bir adamı bırakıyor. Normalde her zaman öderiz ancak Arnold para iadesi alma konusunda çok sıkıntılı olduğu için genelde çaylağa kitlemeye çalışırdık.”

Barnett: “New York ya da Baltimore’da oynayacakken hep Boston’dan uçardık ve hep maç günü uçardık. Bir önceki gün boş günse bile uçmazdık çünkü otel masraflarını önlemiş olurduk. Öğle saatlerinde orada olur, üç saate yakın bir süreyi otelde geçirir ve sonra maça çıkardık. New York’ta taksinin altı dolar tuttuğunu hatırlıyorum. John Havlicek, Satch Sanders ve ben olurduk. Ben bir çaylaktım. Taksiyi ben ödemek zorundaydım ve bir keresinde taksi sürücüsüne bahşiş verdim. Red Auerbach, fazla bahşiş verdiğim için bana kızdı. Parayı geri almak zorunda kaldım. Bir sonraki seferde 50 cent verdim. Taksi sürücüsü iki çeyrekliği aldı ve camdan New York kaldırımlarına fırlattı. ‘4 kişi için 50 cent bahşiş mi?’ dedi. Auerbach, benim gözümü korkutmuştu.”

Heinsohn: “Kimse havaalanından otele ya da tren istasyonundan otele giderken masraf yapmak istemezdi. Eğer takımda bir çaylak varsa ve bir taksideyse hesabı o öder ve lobide Red’i görmeye gidip geri ödemesini alırdı. Eğer bir kişinin taksi ücreti üç buçuk, diğerinin dört dolarsa herkes üç buçuk dolar geri alırdı. Bu yüzden kimse taksi parasını ödemek istemezdi. Bir keresinde hiç çaylak olmayan bir taksiye denk geldim. Bu yaşandığında genelde valizi en altta kalan adam ödemek zorunda kalıyor. Philadelphia’daydık, taksiye bindik ve benim valizim en üstteydi. Bu yüzden taksiyi ödeyip Red’i geri ödeme için rahatsız edeceğimi düşünmüyordum. Bagaj açıldı ve Frank Ramsey’in valizi en alttaydı. Ben kendi valizimi almak için eğilmişken Ramsey, kendi valizini söktü aldı. Bu olurken valizinin köşesi, tam gözlerimin arasından beni vurdu ve bayılttı. Sonrasında herkes otele yürümüş. Taksi sürücüsü ‘Sürüşün parasını kim ödüyor?’ diye sorduğunda yerde yatan bana bakıp ‘Ne zaman uyanırsa o öder’ demişler.”

Fotoğraf: Getty Images

Basketbol gündemindeki en son gelişmeleri kaçırmamak için tıklayın!

NBA gündemindeki son gelişmeler için tıklayın!